ÖYKÜLER

Güneş Bektaş'ın gönderdiği Değerli Hocamız TÜLİN ÇETİN BEKTAŞ'ın kaleme aldığı öyküleri yayınlıyoruz.

ÖYKÜLER

E L L E R

-Nerdesin ulan eşşoğleşşek? Sigarasızlıktan gözüm döndü.

Kapıdan henüz girmiş olan küçük çocuk, koşarak geldi. Elindeki sigara paketini torna tezgâhının başında oturan orta yaşlı adama uzattı. Nefes nefeseydi:

-Bakkalda kalmamıştı usta. Ben de otobüs durağının yanındaki markete gittim.

Hışımla sigarayı alan Fahri Usta, çocuğun ensesine okkalı bir tokat patlattı:

-Kulağına küpe olsun bu, bir daha yolladığımız yerden oyalanmadan gel! Senin keyfini mi bekleyecez?

Paketi yırtarcasına açtı. Çıkardığı sigarayı dudaklarının arasına yerleştirdi. Babadan kalma muhtar çakmağını çıkarıp yaktı. Derin bir nefes çekti. Ciğerlerine dolan nikotinin tadını duyumsadı. “İster zengin ol ister fukara, yemek üstüne yak bir cigara” derdi babası. Fahri Usta da babası gibiydi. Yemek üstüne mutlaka yakardı bir tane. Sigarayı tellendirdiğinde keyfine diyecek yoktu. Sigara bulamazsa da gözü kimseyi görmez, bağırıp çağırırdı. İlkokul üçüncü sınıftayken başlamıştı sigaraya. Arkadaşlarıyla, ailelerinin zar zor verdiği kısıtlı harçlıklarını birleştirip nasıl sigara aldıklarını, teneffüslerde okul dışına kaçıp gizli gizli nasıl içtiklerini anlatırdı sık sık. Sonra da :

-O zamandan beri içerim bu mereti. Nasıl illetse kurtaramadım kendimi bir türlü der, hayıflanırdı. Yanında çalışan gençlere ise sigara içirmez :

-İçtiğinizi bir görürsem, burnunuza sokarım ! Gencecik ciğerlerinizi zehirlemeyin, uzak durun bu zıkkımdan ! derdi.

Ayhan, duvara dayanmış, bir yandan az önceki tokadın etkisiyle cayır cayır yanan ensesini ovuşturuyor, diğer yandan da gözlerinde tomurcuklanan yaşları içine akıtıyordu.

On iki yaşındaydı Ayhan. İlkokulu ite- kaka zor bitirdiğini gören babası, onu meslek öğrensin diye Fahri Usta’ nın yanına vermişti. Fahri Usta, kendisi gibi mobilyacı olan babasının atölyesinde çekirdekten yetişmiş, işin bütün inceliklerini öğrenmiş, babasının erken yaştaki ölümüyle de bütün işi üzerine almıştı.Masa, sandalye, koltuk gibi şeyler yapıyor, eskimiş koltukların yüzlerini yeniliyordu. Atölyede üç tane de işçisi vardı. Bunlar hem çalışıp, hem de meslek öğreniyorlardı.

Ayhan işe başlayalı daha bir hafta olmuştu. İlk günler çay ocağının, bakkalın, dükkândaki malzemelerin yerlerini öğrenmişti, şimdi de Fahri Usta’nın hışmını.

İlk gün birlikte geldiklerinde babası, Fahri Usta’ya :

-Eti senin, kemiği benim Fahri Usta! Haylazlık etmesin! Yeter ki meslek öğrensin, kolunda bir altın bileziği olsun demişti.

Bu sözün anlamını saatlerce düşünmüştü Ayhan.”Babası ne demek istemişti acaba?” ”etine istediğini yapabilir, babasına sadece kemikleri de kalsa yeter miydi?” Pek anlayamamış, biraz da korkmuştu. Anladığı kadarıyla, ustaya ona istediğini yapabilme yetkisini vermişti. İşte ilk uygulamayı da o gün, işe başlamasının haftasında yaşamıştı küçük çocuk.

İlk günler geliver gidiverle geçmiş, sonraları da yavaş yavaş temizlik işini öğrenmişti Ayhan. Yere dökülen tahta ve talaş parçalarını süpürmesini, çöpleri kürekle toplayıp, yerleri paspaslamasını öğrenmişti. Evin tek erkek çocuğu olduğu için, el bebek gül bebek büyütülmüş, o zamana kadar böyle işler yapmamıştı. Bu yüzden kolay olmamıştı öğrenmesi. Artık sabahları gelir gelmez ilk işi dükkânı temizlemekti. Fahri Usta gelmeden temizliği bitiriyordu. Sadece dükkânı değil kapının önünü de bir güzel süpürüp, tozamasın diye de suluyordu. İki üç günde bir de dükkânın sokağa bakan büyük camını siliyor, gazete kâğıdıyla parlatıyordu. Camın önünde bir de çiçek vardı : Sardunya. Ayhan, bu çiçeği çok seviyor, her sabah geldiğinde onunla konuşuyor, sık sık suluyordu. Çiçek de bu sevgiyi karşılıksız bırakmamış, açtığı şeker pembesi, top top çiçekleriyle küçük çocuğu mutlu etmişti.

Aradan haftalar geçmesine karşın, Ayhan’ın yaptığı iş, çay söylemek, bakkala gitmek ve de temizlik yapmaktan öte gidememişti. Böyle meslek öğrenilir miydi ? Daha bir çivi bile çakmamış, eline testere almamıştı.

Bu arada dükkâna gelip giden tahta, sunta, kumaş, mobilya gibi malların taşınmasına yardım ediyordu, tabii gücünün yettiğince. Zayıf, çelimsiz bir çocuktu Ayhan. Ağır kaldıramıyordu. Nerede en hafif ve küçük parçalar var, onları taşımaya çalışıyordu. Dükkanda adı ‘hanım evladı’na çıkmıştı. Küçük çocuk elinden geldiğince çalışıyor, akşama kadar bir o yana bir bu yana koşturuyor, söylenen her şeyi yapıyor, gönderilen her yere gidiyor, yine de kimseyi memnun edemiyordu. Her fırsatta hem Fahri Usta’dan hem de diğer çalışanlardan azar işitiyordu. Çalışanların arasında yaşça en küçüğüydü. Ama hiç biri ona yardımcı olmuyordu. Sürekli, hem birbirlerine, hem de Ayhan’a küfür ediyorlardı. Evlerinde küfür duymadığı için, küçük çocuk böyle şeylere alışkın değildi. Okula başladığı ilk günlerde çocuklardan duyduğu birkaç küfürlü sözü evde söylemiş de babasından bir güzel dayak yemişti. O gün bu gündür ağzından küfürlü bir söz çıkmamıştı Ayhan’ın.

Tüm bunlara karşılık, aldığı haftalık da gülünç denecek kadar azdı. Üstelik onu da götürüp babasına veriyordu. Babası da birazını ona veriyor kalanını cebine atıyordu. Babasına göre, para önemli değildi. Önemli olan meslek öğrenmekti. Ama Ayhan’ın meslek falan öğrendiği yoktu. O, yaşıtlarının koşup oynadığı, okula gittiği bir zamanda çok ucuza, insan üstü bir gayretle çalışıyor, karşılığında da dayak yiyip, hakarete uğruyordu. Yandaki oto tamircisinde çalışan Hasan’la arkadaş olmuş, onun da durumunun farklı olmadığını üzülerek görmüştü. Sonraki günlerde, çevredeki dükkanlarda çalışanların çoğuyla tanışmış, hemen hemen hepsinin de aynı şeyleri yaşadığını fark etmişti. Tüm çırakların ortak kaderiydi bu. Tamamı ortaokul çağında olan bu çocuklar çok çalışıyorlar, çok az para alıyorlar, maddi ve manevi şiddete uğruyor ve de en önemlisi en doğal hakları olan eğitim hakkından yoksun kalıyorlardı. Annesinin dediği gibi : “Fakirliğin gözü kör olsun”du. Çünkü, bu çocukların tamamına yakını yoksuldu. Aldıkları üç-beş kuruşa ailelerinin çok ihtiyacı vardı. Bu yüzden de seçme şansları yoktu. Ustalarının tüm kötü davranışlarını kabullenerek itirazsız çok çalışmak zorundaydılar.

Aradan geçen aylar, Ayhan’ın sıkıntılarını azaltmamış aksine daha da arttırmıştı. Babası da bir yıla yakın bir süredir çalışan oğlunun mobilyacılık hakkında hiçbir şey öğrenememesinden rahatsızlık duymaya başlamış, bu rahatsızlığını da Fahri Usta’ya hissettirmişti. Bunun üzerine Fahri Usta Ayhan’ı yanına çağırmış :

-Artık, bizim işlere başlamanın zamanı geldi Ayhan.Önce cilâyla başlayacan. Ali Abin cilâ yaparken yardım edecen, iyice öğrenince de yalnız yaparsın. Daha sonra da yavaş yavaş diğer işleri öğrenecen dedi.

Ayhan, kulaklarına inanamıyordu. Nihayet meslekle ilgili bir şeyler öğrenmeye başlıyordu. Çok sevinçliydi. O akşam evde Fahri Usta’nın söylediklerini anlattığında babası ve annesi de çok sevindiler.

Ertesi sabah işe giderken sevinçten uçuyordu. Dükkânı bir güzel temizledi, camı sildi. Her yer pırıl pırıldı. Diğerleri gelip de işe başladıklarında Ayhan, Ali Abi’sinin yanında yerini almış dikkatle izliyordu O’nu. Ali, on yedi yaşındaydı. Beş yıldır Fahri Usta’nın yanında çalışıyordu. Yine de işi tam anlamıyla öğrenememiş, bir türlü çıraklıktan kalfalığa yükselememişti. En iyi yaptığı iş cilâ atmaktı. Mobilyaları en ince ayrıntılarına kadar dikkatle cilâlar, hiçbir köşeyi atlamazdı. Kumaş kaplı olanları dahi o kadar titizce cilâlardı ki kumaşlar hiç kirlenmez, mobilyalar pırıl pırıl parlardı. İş bittiğinde, mobilyanın karşısına geçerek alıcı gözüyle iyice bir inceleyen Ali, yaptığı işten mutlu olur, içi sevinçle dolar, kendisiyle gurur duyardı. İşini seviyordu Ali :

-Ne iş yaparsan yap, severek yap derdi. Severek yapılan iş, insanı yormaz.

O gün Ayhan, Ali Abi’siyle birlikte altı tane sandalyeyi cilâladı. İşin açıkçası Ali cilâladı, Ayhan da yardım etmeye çalıştı. Ama ellerini boyamaktan öte gidemedi yaptıkları.

-Olsun, ilk gün için bu kadar yeter dedi Ali. Ben böyle cilâ yapmasını beş yılda öğrendim derken, cilâdan simsiyah olmuş ellerini gösteriyordu, gururla.

İş bittiğinde gidip ellerini yıkadılar. Önce Ali, sonra Ayhan. Ali ellerini sabunladı, duruladı, sonra da kirden rengi kalmamış havluya kurulayarak Fahri Usta’nın yanına gitti. Ayhan da ellerini sabunladı, duruladı ama elleri temizlenmemişti! Çeşmenin yanında duran bulaşık deterjanından biraz döküp onunla yıkadı ellerini. Ama yine pisti elleri. Tekrar sabunladı, ovuşturdu, deterjanladı, ovuşturdu... Elleri bir türlü temizlenmiyordu. Tırnakları, parmakları, avuçlarının içi simsiyahtı. “Evde tekrar uğraşır, temizlerim”diye düşündü. Tam o anda Fahri Usta seslendi :

-Ayhan, nerdesin ulan ? Helâya mı düştün ? Çabuk şu talaşları süpür !

-Geldim Usta !

Ellerini temizleyeyim derken, fazlaca oyalanmıştı besbelli. Hemen koştu, süpürgeyi, faraşı aldı talaş dökülen yerleri iyice temizledi. Dükkânda çalışan herkesin, tabii Fahri Usta’nın da elleri simsiyahtı. O güne kadar bu ellerin hiç dikkatini çekmemiş olduğunu hayretle fark etti Ayhan ! Aylardır her gün gördüğü bu simsiyah elleri, o güne kadar hiç yadırgamamış, sanki hepsinin elleri doğuştan siyahmışçasına, onları öyle kabul etmişti. Şimdiyse ellerini niye temizlemediklerini merak ediyordu. O kirli ellerle nasıl rahat edebiliyorlardı ? Nasıl giyinebiliyorlar, nasıl yemek yiyorlardı? Hele ki başkalarının yanında ellerinden utanmıyorlar mıydı ? Bu düşüncelerle akşam olmuş, eve gitme zamanı gelmişti.

Eve gidene kadar ellerini cebinden çıkartmadı. Birileri görecek diye korkuyordu. Eve girer girmez de iki kolunu, kapıyı açan annesine uzatarak :

-Anne, hırkamı çıkarsana ! dedi.

Oğlunun kapkara ellerini görünce, tiksintiyle karışık bir şaşkınlık yaşayan kadın :

-Aaaaaa, ellerine n’oldu ? diye bağırdı.

Annesi hırkasını çıkartmaya çalışırken, ellerini değdirmemeye çalışan Ayhan :

-Cilâ yaptım. Ellerim boyandı. Dükkânda yıkadım, çıkaramadım. Şimdi iyice bir yıkayacağım diyerek, banyoya doğru yürüdü.

Ayhan, o akşam evdeki bütün temizlik malzemelerini kullanarak, sıcak sularla ellerini yıkadı. Bir daha, bir daha yıkadı! Dakikalarca ovaladı, boşuna... Siyahlık azalmış ama tamamen çıkmamıştı! Annesi de “daha fazla uğraşmamasını, boyanın tamamen çıkmayacağını, o deterjanların da çok kullanıldığında ellerinde yaralar açacağını ” söylemişse de küçük oğlunu bir türlü inandıramamıştı. Sonunda pes etti çocuk! Elleri acımıştı. Çok üzgündü. Keyifsiz bir halde sofraya oturdu. Bu siyah eller kimindi? Bu ellerle nasıl yemek yiyecekti ? Nasıl ekmek tutacaktı ? Elleri ona yabancılaşmıştı. Kullanmak içinden gelmiyordu! Masada öylece hareketsiz durduğunu gören annesi :

-Hadi oğlum, acıkmadın mı ? Niye yemiyorsun ? diye sordu.

-Şey...Ben...Ellerim böyle ya...Yiyemiyorum...Gözleri dolmuştu, kekeliyordu.

-Ellerinde bir şey yok güzel oğlum! dedi annesi tatlılıkla. Ve devam etti :

-Bak ben ekmeklerini böleyim, sen de elini sürmeden, çatalla yersin.

Ekmekleri lokma lokma yaparak, oğlunun tabağının yanına koydu. Ayhan da çatalla yemeye başladı. Her akşam yemek boyunca konuşup sabahtan akşama kadar dükkânda olup biteni anlatan, o konuşkan, şen şakrak Ayhan’dan eser yoktu! Yemek boyunca ağzını bıçak açmadı. Annesiyle ablası, ne kadar konuşturmaya uğraştılarsa da boşuna. Başaramadılar. O akşam erkenden yattı Ayhan. Ertesi sabah, kalktığında kahvaltısı hazırdı. Yiyeceklere ellemediğini gören annesi yine ekmekleri bölüp önüne koydu. Ayhan da çatalla yedi. Dükkâna giderken keyifsizdi. Ali ile birlikte eskimiş yüzleri değiştirilen bir takım koltuğu cilâladılar. Akşam paralarcasına yıkayarak siyahlığını azalttığı elleri yine simsiyah olmuştu! Dükkânda başta Fahri Usta olmak üzere hiç kimse boyalı ellerinden rahatsız değildi! Alışmışlardı her halde. Her şeye elliyorlardı. Boyalı elleriyle böldükleri ekmekleri yiyebiliyorlar, giysilerini rahatça tutup giyebiliyorlardı!

O gün, koltukları cilâlarken Ali’nin simsiyah boyalı ellerini işaret ederek sordu Ayhan:

-Ali Abi, bu ellerle nasıl yemek yiyorsun ? Benim ellerim de hep böyle kara mı olacak ?

-Ne o lan, süsün mü bozuluyor, hanım evladı ? diyerek, alay eden Ali, arkasından da okkalı bir küfür savurdu Ayhan’a. Bozulan küçük çocuk :

-Pis iş bu be Ali Abi ! diye mızıldandı.

Bu konuşmalara kulak misafiri olan Fahri Usta, Ayhan’a bağırdı :

-İşin pisi temizi olur mu lan, piç kurusu ? Biz alnımızın teriyle para kazanan insanlarız. Bu arada oramız buramız kirleniyormuş, boyanıyormuş varsın kirlensin boyansın. Onlar bizim süsümüz ! Onlar bizim çalıp çırpmadığımızı, emeğimizle geçindiğimizi gösterir. Yeter ki içimiz kirlenmesin, yeter ki içimizdeki sevgi yok olmasın ! Hem senin pis dediğin işleri kimse yapmazsa dünyada temiz insan kalır mı? İşçi adam üstünün başının kirinden utanmaz ! Eğer sen utanacaksan bu işi şimdiden bırak! Bizi de ananı, babanı da üzme ! Boşuna zaman kaybetme ! Seveceğin, çalışmaktan utanmayacağın, kendine göre bir iş bulursun nasılsa.

Fahri Usta’nın bu sözleri Ayhan’ı çok utandırmıştı. Günlerce aklından çıkmadı. Ama diğer yandan, ellerini bir türlü kabullenemiyordu. Bir yabancının elleriydiler sanki. Sokakta yürürken ve de başkalarının yanındayken cebinden hiç çıkartmıyor, çıkarttığında da nereye saklayacağını bilemiyordu! . Evde ise hiçbir şeye ellemiyor, yemeğini çatal kaşıkla yiyor, ekmekleri annesine böldürüyordu.

İlk günler, bu durumun geçici olduğunu, zamanla alışacağını düşünen annesiyle babası, günler geçip de oğullarının bir türlü alışmadığını görerek tedirgin olmaya başlamışlardı. Çok değişmişti Ayhan. Eski neşesini kaybetmiş, sessiz sedasız, mutsuz bir çocuk olmuştu. Ana yüreğinin bütün yufkalığıyla, bu işin yürümeyeceğinin ayırdına varan genç kadın kocasına oğullarını bu işten alıp, seveceği bir işe verme düşüncesini açtığında, itiraz etti adam. “Acele etmeyip, biraz daha beklemelerini” söyledi.

Ayhan içinse günler geçmek bilmiyor, her sabah evden çıktığında ayakları geri geri gidiyordu. İşe gitmeyi hiç istemiyordu! Ellerini ondan alan bu dükkânda duyduğu her küfür, her kötü söz içine balyoz misali iniyordu. Nefret ediyordu bu dükkandan !

O akşam eve gittiğinde annesi müjdeyi verdi :

-Artık Fahri Usta’nın yanında çalışmak yok! Başka bir iş bulacağız sana, seveceğin bir iş !

Babası razı olmuştu sonunda. Sevinçle annesine sarıldı Ayhan. Çok mutluydu.

-Baban sabah işe giderken Fahri Usta’yla konuşacak. Yalnız sen de bir ara ustanın yanına uğra da helâllik al !

“-Tamam anneciğim !”dedi.

İçi içine sığmıyordu. Artık ellerini saklamak zorunda kalmayacaktı. Hepsinden önemlisi de küfürden kurtulacaktı! Ustası iyi adamdı. Bir de küfür etmeseydi...

Ertesi gün, öğle üzeri dükkâna gitti Ayhan. Usta’sının elini öpüp, helâllik aldı. Fahri Usta :

-Yolun açık olsun oğlum, sevdiğin işi yap, yaptığın işin de en iyisini yap ! diyerek uğurladı onu.

Diğer çalışanlarla da vedalaştı. Sırtından büyük bir yük inmişti Ayhan’ın. Kendini kuş gibi hafif hissediyordu!

Otobüs durağına giden sokağa saptı. On beş yirmi metre önünde kızlı erkekli bir grup öğrenci, neşeyle gülüşerek, şakalaşarak yürüyorlardı. Onun yaşındaydılar! İçi burkuldu Ayhan’ın. Yoğun bir pişmanlık dalgasıyla tepeden tırnağa sarsıldı. Kendini onların arasında düşledi.

Öğrenciler gelen otobüse yetişmek için koşuşturdular. Şen kahkahaları, sokak boyunca gökyüzüne serpiştirilmiş yıldızlar misali havada asılı kaldı. Ayhan, aralarından geçerek ilerledi, yeni bir işe doğru...

Tülin Çetin Bektaş

29 Eylül 2005

Erdek


ÖYKÜLER 2

UYUSUN DA BÜYÜSÜN

Sınıflarına girdiğim ilk derste dikkatimi çekmişti. Cam kenarında, arkadan ikinci sırada oturuyordu. Boyu küçücüktü. Uzun boylu bir çok öğrenci ön sıralarda oturduğu için tahtayı göremiyordu.Adını sordum .Uzun kara kirpiklerini kaldırıp, yüzüme baktı. Adını sorma sebebimi merak etmişti. Yanlış bir hareket yapıp, yapmadığını sorguluyordu küçücük kafasında :

“-Selim.”dedi, ürkek bir fısıltıyla ,sonra da başını önüne eğdi. Utanmıştı. Esmer, kara kaş, kara göz, saçları üç numara tıraşlı, yuvarlak yüzlü, zayıf, kısa boylu bir çocuktu.

“-Oradan tahtayı göremezsin, sınıf öğretmenine söyle, yerini değiştirsin.”dedim.

“-Peki öğretmenim.”dedi, rahatlamış bir ses tonuyla. Yerine otururken, öğretmenden ilgi görmüş olmanın verdiği mutluluk gözlerinden okunuyordu. Muzaffer bir edayla etrafına bakınıyordu. Temiz pak giyinmişti. Kitabı ve defteri güzelce kaplıydı.

Orta birinci sınıftaydı. Ben de tarih derslerine giriyordum. İlk ders her zaman olduğu gibi, tanışmayla geçmişti. Sonraki günler derse başladık. Haftanın iki günü ilk saatler Selimler’in sınıfına dersim oluyordu. Ama ne gariptir ki, ne zaman derslerine girsem, on-on beş dakika sonra Selim, uyuklamaya başlıyordu. Yedi yıllık öğretmendim. Zaman zaman uyuklayan öğrencilerle karşılaşmıştım, ama böylesini ilk kez görüyordum. İstisnasız her ders uyukluyordu. Gözleri kapanıyor, açık tutmaya çalışıyor, ama nafile. Başı düştüğünde , kendine geliyor, bir süre kendini zorlayıp, uyanık duruyor, sonunda uykuya yenik düşüyor, yine gözleri kapanıyordu. Bu olaya artık alışan arkadaşları, öğretmenin ona baktığını gördüklerinde, dirsekleriyle dürtüklemekten tutun da tekmelemeye kadar çeşitli ikazlarla uyandırmaya çalışıyorlardı Selim’i.

Ben de önceleri , genel ikazlar yapıp, uyku saatlerine dikkat etmeleri gerektiğini anlattım. Sonraları , özellikle Selim’e sorular sorarak ,uyanık kalmasını sağlamaya çalıştım. Başaramadım. Benim dersim ilgisini çekmiyor olabilir miydi? Şimdiye kadar benim dersimi sevmeyen, sıkılan öğrenciye rastlamamıştım. Çünkü tarihi,kitaplarda yazdığı gibi kuru kuru bilgi olarak değil, büyük devlet adamlarının başlarından geçen ilginç ve komik olaylarla, anekdotlarla süsleyerek, anlatırdım. Olayların hangi tarihlerde olduğunu değil, sebeplerini, sonuçlarını ,toplumları nasıl etkilediğini öğretmeye çalışırdım. Öğrencilerim de bu masallı, fıkralı tarih derslerini iple çekerler, anlattığım olayları evlerinde ailelerine de

anlattıklarını söylerlerdi. Bir çok aile de çocuklarının, tarih dersinde öğrendiklerini evde kendilerine anlatmasından duydukları mutluluğu,dile getirmişlerdi.

Sınıfa giren diğer öğretmenlerle görüştüğümde, Selim’in diğer derslerde de uyukladığını üzülerek öğrendim. Öte yandan, biraz da rahatlamıştım. Benim dersimden sıkıldığı için uyuklamadığı ortadaydı. Başka bir sebebi vardı ama neydi ? Çok merak ediyordum. Bu kadar küçük bir çocuğun, bu kadar uykusuz kalmasının sebebi ne olabilirdi ? Bu düşüncelerle sabahı zor ettim.

Okula gider gitmez, Selim’i çağırdım. Korku ve telaşla koşarak yanıma geldi. Uzun kara kirpiklerini kaldırarak, merakla yüzüme baktı : “-Beni çağırmışsınız öğretmenim ?”Gözleri yine uykuluydu.

Ders zili çalmış, herkes derse girmişti. Öğretmenler odasında, karşılıklı oturup, konuştuk. Her şeyi anlattı Selim. İlkokulu bitirdiğinde, birtakım adamlar, Selim’in babasına gelmişler, oğlunun iyi okuyup, başarılı olabilmesi için, yatılı okuması gerektiğini, kendilerinin açtıkları erkek yurdunda, çocukların başarılı olması için uğraştıklarını, her şeyin öğretmen denetiminde olduğunu, çalışma saatlerinde öğretmenlerin, çocuklara yardım ettiğini, okuldaki her sorunla kendilerinin ilgileneceğini anlatmışlar. Kendisi okumadığı için,oğlunun okumasını isteyen babası da, gidip yurdu görmüş, beğenmiş .Böylelikle Selim’in yurt hayatı başlamış. Karşılığında da her ay hatırı sayılır bir para ödüyormuş Selim’in babası. Ödevleriyle ilgilenilip,yardım edilmesi hoşuna gidiyormuş Selim’in, ama bir de sabah namazına kalkmak olmasa...! İşte uykusunu alamadığı için derslerde uykusu geliyor, ders dinleyemiyormuş. Hele de soğuk suyla abdest almak yok mu? Elleri ayakları donuyormuş...! Evini, annesini, kardeşlerini çok özlüyormuş. Duyduklarıma inanmakta zorlanıyordum. Çok şaşırmış, daha da fazla üzülmüştüm. Ama, yıkıcı darbe sonradan gelecekti.

“-Selim,siz hangi köydensiniz ?”diye sordum. Kasabaya çok mu uzaktılar acaba ?

“-Biz köyde oturmuyoruz,öğretmenim .”dedi.

“-Nerede oturuyorsunuz ?” diye sordum.

“-Aha,yurdun orada !” dedi, eliyle göstererek. Şaşkınlıktan dilim tutulmuştu, ne diyeceğimi bilemiyordum. Selim’in Babasının köyde tarlaları varmış.Onları ekip biçiyormuş. Ama evleri ,kaldığı yurda yüz elli metre mesafede ,yani kasabadaymış. Buna rağmen, hafta arası eve gitmesine izin vermiyorlarmış. Okuldan çıkıp doğruca yurda gidiyormuş. İşin iç yüzünü öğrenmiştim. Selim’i babasıyla görüşmek istediğimi söyleyerek sınıfa yolladım. Allak bullak olmuştum. Bu kadar küçük yaşta, anne baba sevgisine muhtaç bir çocuğu, kendi evinden okula gidip gelme olanağı varken, nasıl olup da bir yurda bırakabiliyorlardı ? Hem de üste bir sürü para vererek ! Üstelik evlerine bu kadar yakın olduğu halde, çocuklarını, ancak hafta sonları görebildikleri bir yurt ! Zorla dini eğitim verilip, ibadet ettirilen bir yurt !

Ertesi gün Selim’in babasını beklerken, velisi olduğunu söyleyen, badem bıyıklı bir adam geldi. Sonradan yurt müdürü olduğunu öğrendiğim kişi, sessizce beni dinledikten sonra :

“-Çocukların okul dışında yaptıkları sizi ilgilendirmez, hocam,bu işleri de çok fazla kurcalamayın, başınızı derde sokarsınız. Bu ülkede yaşayan insanların yüzde doksan dokuzu Müslüman. Çocukların dinini öğrenmesine karşı mı çıkıyorsunuz ? Ne biçim müslümansınız siz ?” dedi, yılışıkça sırıtarak. Küçücük çocukları, sabahın köründe, zorla namaza kaldırıp, onların gencecik beyinlerini, çağdışı, ortaçağ kalıntısı fikirlerle doldurdukları yetmiyormuş gibi , utanmadan bir de beni tehdit ediyor ,dini inançlarımı sorguluyordu. Bu cesareti nereden buluyor,nasıl bu kadar pervasız olabiliyordu ?

“- Siz beni tehdit mi ediyorsunuz ? Öncelikle ben cami hocası değilim, öğretmenim. Benim dini inançlarım sizi ilgilendirmez. Bu yaptığınızsa kanuna aykırı. Kimseyi, hele ki küçük çocukları ibadet etmeye zorlayamazsınız. Sizi şikayet ederim. Çocuk uykusunu alamadığından, bütün derslerde uyukluyor.” dedim. Sinirden ağzım, çölde günlerdir susuz kalmışçasına kurumuş, elim ayağım , karda yürümüşçesine buz kesmişti.

“-Bundan sonra uyumaz. Zaten biz onu zorlamıyoruz, kendi isteğiyle namaz kılıyor. Siz de üstünüze vazife olmayan işlerden uzak durun, yoksa kim kimi şikayet ediyormuş görürsünüz.” dedi. Gitmek üzere ayağa kalkmıştı.

“-Benim muhatabım siz değilsiniz, ben bu meseleyi Selim’in babasıyla görüşmek istemiştim zaten, sizinle değil.” dedim, küçümseyerek.

“-Onun velisi benim, babası bütün yetkiyi bana verdi.” dedi. Galibiyet golünü atmanın verdiği mutlulukla,kasıla kasıla çıktı gitti, badem bıyıklı yurt müdürü !

Yurt müdürüyle aramızda geçen bu gergin konuşmadan sonra küçük Selim’in durumunun ne kadar acıklı olduğunu daha da iyi anlamıştım. Bu adamın, yurttaki olayları bana anlattığı için Selim’i dövebileceğini bile düşünüyordum.“ Farkında olmadan çocuğu zor durumda mı bırakmıştım ?”Bu düşünceler, kafamın içinde ,küçük bir kedi yavrusunun oynayarak dolaştırdığı,ip yumağı gibi karmakarışıktı.

Ben de okumak için küçük yaşta ,evimden ailemden ayrılmıştım. Ayrılığın acısını,hele ki küçük yaşta evden ayrılmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyordum. Eski yaralarım depreşmiş,evdeki son gecem aklıma gelmişti.Sivas’a yakın bir köyde oturuyorduk. Köyümüzde ortaokul olmadığı için,Sivas’ta oturan dayımın yanında okuyacaktım.Okumayı çok istiyordum. O geceye kadar,okumaya gideceğim için çok sevinip,bütün günlerimi oynayarak, eğlenerek geçirmiştim. Oysa şimdi ayrılık acısı,içime zehirini atmaya hazır bir engerek yılanı gibi çöreklenmişti. Evden, annemden, babamdan, kardeşlerimden ayrılacağım için, çok üzülüyordum. O akşam yakın akrabalar bizim evde toplanmıştı. Alt kattaki büyük odada oturuyorduk. Odanın bir duvarı boyunca uzanan yüksekçe sedirde, dedem,amcalarım,babam,büyüklük sırasına göre oturmuşlardı. Odanın diğer duvarlarının önünde bulunan minderlerde de kadınlar dizilmişlerdi.Biz çocuklar da ortalarda,ya da annelerimizin yanında oturuyorduk. Büyük odada yerler, hiç boşluk kalmayacak şekilde halılarla kaplanmıştı.Bahçeye bakan duvarda küçük bir pencere vardı.Üstünde iki çiviyle tutturulmuş bir perde sallanıyordu. Dedemlerin oturduğu divanın arkasındaki duvara bir halı asılmıştı. Halıda ,dört nala giden bir at ve üstünde güzel bir kızı kaçıran kara yağız bir delikanlı vardı.Arkalarında da onları kovalayanlar. Yandaki duvarda da üç büyük resim asılıydı:Atatürk,İsmet İnönü,Hazret-i Ali. Üçünü de çok severdik. Benimse aile içinde özel bir yerim vardı. Çok güzel kitap okurdum.Kurtuluş Savaşıyla ilgili kitaplar,Atatürk’ün hayatı,Hazret-i Ali’nin cenkleri,On iki İmamlarla ilgili kitaplar ve daha neler neler... Ne zaman üç,beş kişi bir araya gelse hemen beni çağırırlar,ben de onlara bütün bu kitaplardan bölümler okurdum. Küçük büyük demeden,herkes huşu içinde dinlerdi beni. Ben de okudukça coşar kendimden geçer,okuduklarımı anlatan el kol hareketleri,ses tonumdaki değişikliklerle adeta bir tiyatro oyunu oynuyormuşçasına, heyecanlanırdım. İşte okuduğum bu tarihi kitaplar, üniversitede tarih bölümünü seçmeme sebep olmuştu.

Başköşede oturan dedem,çayından bir yudum alarak bana döndü :

“-Eee,Ali,şimdi bize kim kitap okuyacak ? Kitap okuyacak çok, ama senin gibi okuyan yok.”dedi.

“-Tatillerde gelirim dede,hem size yeni kitaplar da getiririm.” Dedim.Hoşuna gitmişti.Gevrek gevrek güldü.

“-He ya,yeni kitaplar getir bize.Okumak gibi var mı oğul ?”dedi. Başını resimlerin asılı olduğu duvara çevirdi.Eliyle Hazret-i Ali’yi göstererek :

“-İşte Allahın Aslanı .‘Bana bir harf öğretenin,kırk yıl kölesi olurum.’demiş.İşte büyük Atatürk de, arap harflerinin yerine yeni harfleri getirdi de okumak daha kolaylaştı.Arap’lardan gelen ne varsa silip attı. İşte İkinci Reis-i Cumhur İsmet İnönü .Her ne kadar yobazlar “Geldi İsmet ,kesildi kısmet”deseler de,memleketimizi milyonlarca insanın öldüğü ,Büyük Cihan Harbinden korudu. Hepsi birer aslan parçası,hepsi milyonları peşinden sürüklemiş,tarih yazmışlar. Onlardan öğreneceğin çok şey var. Dürüst ol ! Çalışkan ol ! Hepsinden önemlisi insanları sev ! İnsanları severken hiçbir şart arama ! Mezhep farkı gözetmeksizin sev ! Hele ki din,herkesin kendini ilgilendirir. Allah ile kul arasındadır.Kimsenin dinine karışma. Eline,diline,beline sahip ol ! ” dedi.

Dedemin o akşam söyledikleri ,kulağımdan hiç gitmedi.Hayat felsefem oldu. Orta okulu bitirdikten sonra da parasız yatılı sınavlarını kazanıp,liseyi ailemden yüzlerce kilometre uzakta okudum. Sonra da üniversite yılları derken bir de baktım öğretmen olup göreve başlamışım. Ailemden,memleketimden uzak geçirdiğim,bütün bu yıllar boyunca başımdan geçen olaylar,her defasında bana dedemin o son akşam söylediklerini hatırlattı. Doğru dürüst okula bile gitmemiş olan sevgili dedeciğim,ne kadar aydın,insanları seven,demokrat,laik bir insanmış meğer ? Sadece dedem değil,bizim köyde yaşayan herkes bu düşünceleri paylaşırlar. Toplumun diğer kesimlerine kıyasla çok aydın, çok demokrattırlar. Kimseyi dini inançlarıyla değerlendirmezler. Müslümanlığı, içinde arap milliyetçiliği barındırmayan, ilerici bir biçimde yorumlamış, din ve dünya işlerini kesinlikle birbirinden ayırmışlardır. Bu ne büyük bir erdemdir ! Her şeye din gözlüğü ile bakan,insanları inançlarına, mezheplerine göre değerlendiren,sözüm ona ‘eğitimli’ insanları gördükçe bu gerçeği daha iyi anlıyordum. İşte dedemi haklı çıkartan bir olayla daha karşı karşıya idim. Okutmak bahanesiyle aldıkları öğrencileri,kim bilir hangi tarikatın müritleri haline getirmeye çalışıyorlardı. İnsanların vicdanlarında kalması gereken dini duyguları, alabildiğine ortaya dökerek,siyasete,eğitime,gündelik hayata karıştırıyorlardı. Ah bilge dedem ! Keşke bütün insanların senin gibi düşünmelerini sağlayabilsek. O zaman , ülkemizdeki sorunların büyük çoğunluğu çözülür!...

Ben bu düşünceler denizine dalmış enginlerde kulaç atarken, badem bıyıklı yurt müdürü de odasında oturmuş, sinirli sinirli Selim’in okuldan dönmesini bekliyordu.

* * *

O gün, okuldan dönünce, yurt müdürünün beni çağırdığını söylediler. Korkarak gittim. Kötü bir şey olmaması için dua ediyordum. Korktuğum başıma geldi ! Ben kapıdan girer girmez, müdür,olanca sesiyle bağırmaya başladı :

“-Sen, yurtta olanları, okuldaki hocalarına anlatmaya utanmıyor musun ? Burası bizim evimiz, evimizde olanlar burada kalır, dışarı taşınmaz ! Kimseye anlatılmaz !”

Yerinden kalkmış yanıma gelmişti ki, suratımda patlayan şeyin okkalı bir tokat olduğunu anlamam ,pek uzun sürmedi.Bir an gözlerimin önünde, bayramlarda,mahalle bakkalından alıp patlattığımız çata patların uçuştuğunu sandım. Ateş böcekleri gibi yanıp yanıp sönüyorlardı. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Kalbim yerinden fırlayacakmışçasına atıyor,bacaklarım titriyordu. Müdür durmadan bağırıyordu. Bense korkudan öleceğimi sanıyordum. Söylediklerinin hiç birini duymuyordum. Etraftaki her şey silinmişti. Duyularımı yitirmiştim sanki. Sesim de çıkmıyordu. Sadece yanağımın ve başımın zonklamasını hissediyordum. Tokadın şiddetiyle dengemi kaybetmiş,sendelediğimde başımı yandaki dolaba çarpmıştım. Kımıldayamıyordum,felç olmuştum sanki. Müdür ne kadar bağırdı ? Neler dedi ? Ben orada kımıldamadan ne kadar kaldım ? Hiçbir şey hatırlamıyordum. Son hatırladığımsa ,müdürün :

“-Defol şimdi,pis ispiyoncu !”diye,itekleyerek beni odasından kovmasıydı.

Odadan çıktığımda ise göz yaşlarıma hakim olamıyor,diğer taraftan da sonbahar rüzgarına tutulmuş bir yaprak gibi tir tir titriyordum. Kendimi yatağıma zor attım. Battaniyeyi başıma çektim. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Öyle titriyordum ki çenelerim birbirine vuruyordu. Arkadaşlarım, başıma toplanmış, ne olduğunu soruyor, kolonyalar sürüp, beni susturmaya, sakinleştirmeye, çalışıyorlardı. Benimse, ağzımdan hıçkırıklar arasında “anne, anneciğim”den başka söz çıkmıyordu. Ah anneciğim, şimdi yanımda olsan, sana sarılıp, başımı, o sımsıcak, yumuşacık göğsüne yaslasam...Sen de o şefkatli ellerinle başımı okşayıp : “ Benim oğlum,büyük adam olacak.” desen her zamanki gibi,yanağımdan öpsen...Bu düşüncelerle ağlaya ağlaya uykuya daldım.

O günden sonra yurttaki rahatım iyice kaçtı.Herkes bana muhbir muamelesi yapıyordu.Özellikle de liseliler her gördüklerinde bana “küçük ispiyoncu” diye bağırıyorlardı. Sohbetlerde ve vaazlarda ispiyonculuğun ne kadar günah olduğu ve ispiyoncuların cehenneme gideceği anlatıldı, günlerce. Bu şartlarda ders de çalışamıyordum. Okuduğum hiçbir şey kafama girmiyordu.

Artık iyice anlamıştım. Ben kötü bir çocuktum ! Cehenneme gitmem kaçınılmazdı ! Derslerim de kötüydü. Ailemin umutlarını boşa çıkartmıştım. Zaten onları da çok özlüyordum. Hele ki kardeşlerim gözümde tütüyorlardı.

O hafta sonu eve gittiğimde,kardeşlerimle doyasıya oynadım. Anneme bol bol sarılıp hasret giderdim. Pazar günü okulda veli toplantısı vardı. Toplantıya babam gitti. Çünkü tarih öğretmenimiz özellikle babamın gelmesini istemişti. Bense babam eve dönmeden yurda gitmeyi istiyordum. Babam derslerimin ne kadar zayıf olduğunu öğrendiğinde onunla karşılaşmayı hiç istemiyordum. Çünkü onun yüzünü kara çıkartmıştım. Bana kızacağını biliyordum. Eşyalarımı toparladım.Annemi ve kardeşlerimi ayrı ayrı sarılıp öptüm. Sanki onları bir daha göremeyecekmişim gibi geliyordu. Gideceğim yer iki adım ötedeki yurt olmasına karşın, çok uzaklara gittiğim hissine kapılmıştım. Kapıdan çıkmadan, anneme ve kardeşlerime, son kez görüyormuşçasına baktım. El salladım. Onları çok seviyordum.Hızla merdivenlerden indim. Apartman kapısından çıktığımda okul çantamı evde unuttuğumu fark ettim. Geri dönmedim. Belki de bir daha ona ihtiyacım olmayacaktı. Yurda yaklaştığımda ayaklarım geri geri gidiyordu. Oraya gitmeyi hiç istemiyordum. Hele ki derslerimin kötü olduğunu öğrendiğinde yurt müdürünün neler yapabileceğini düşünmek dahi istemiyordum. Yurda gitme, eve gitme. Nereye gidecektim ben ? İsteksizce yurdun kapısından girdim. Kendimi paçavra gibi hissediyordum. Çok yorgundum. İşe yaramaz biriydim ben.

“-N’aber küçük ispiyoncu ?” diye seslendi,liselilerden biri.Üstünde eşort man,ayağında terlikler alt kattaki mescide iniyordu. Yanımdan geçerken de kafama bir şaplak indirdi. İşte yine başlıyordu ‘yurt işkencesi’ ! Daha ne kadar sürecekti ? Her geçen gün daha da fazla ağırıma gidiyordu söyledikleri. Merdivenleri çıkmaya başladım. Bir kat,bir kat daha.Yurt beş katlıydı. Benim odam üçüncü kattaydı. Bir kat daha. Sonra bir kat daha. Merdiven çıkıyordum durmadan. Ayaklarıma söz geçiremiyordum. Elimde eşyalarımı koyduğum çantamla, kendimi beşinci katta buldum. Tam önümde çatıya çıkan merdivenlere açılan kapı duruyordu. Kilitliydi. Liseliler bazı geceler sigara içmek için ,çatıya çıktıklarını anlatırlarken duymuştum. Çatının anahtarı kapının yanındaki dolapta asılıydı. Dolabı açıp anahtarı aldım. Anahtar kilidin içinde iki kez döndü. Kapı açılmıştı. Merdivenleri çıkmaya başladım. Önceden programlanmış bir robot gibiydim. Hiç teklemiyordum. Elimdeki çantayı bıraktım. Artık terastaydım. Kenara doğru yürüdüm. Yarım metre kadar yükseklikte duvarlarla çevriliydi teras. Soğuk bir rüzgar ‘aramıza hoş geldin’ dercesine yüzümü yaladı. Aşağı baktım. Çok yüksekti. İşte evim oradaydı. Ama ben buradaydım. Niçin beni buraya bırakmışlardı ? Sevmiyorlar mıydı ? Bilmiyordum. Artık bilmek de istemiyordum. Hiçbir şey istemiyordum. Her şeyden kaçmak istiyordum. Kaçmak !... Çok uzaklara kaçmak !...Kimsenin, hiç kimsenin, ne babamın, ne yurt müdürünün ne de liselilerin beni bulamayacağı yerlere kaçmak istiyordum. Artık aşağılanmaktan bıkmıştım. Kurtuluşumsa orada,aşağıdaydı. Kenardaki duvara çıktım. Etrafa son bir defa daha baktım. Kendimi boşluğa bırakırken, kuş olup uçmayı düşlüyordum evimize doğru... Düşlerimin, bayram gecelerinde patlayan havai fişekler misali dağılmasını sağlayan, küçük bedenimin beton zemine çarpmasıyla çıkan tok sesi duyan, yalnızca yurt bekçisiydi.

* * *

Veli toplantısına gelen Küçük Selim’in babasıyla yaptığımız görüşme çok iyi geçmişti.Selim’in başarısızlığını öğrendiğinde çok üzülen babası,başarısızlığın sebebinin ailesinden ayrı, böylesi bir yurtta kalması olduğunu öğrendiğinde rahatlamıştı. Kendisinin yoksulluktan okuyamadığını, bu yüzden Selim’in okuması için elinden ne gelirse yapacağını anlattı. Uzun konuşmamız sonucunda da Selim’i yurttan almaya karar verdiğini söyledi. Okuldaki tüm öğretmenler bu habere çok sevinmiş, öğrencimizin sorununu çözdüğümüz için mutlu olmuştuk. Ta ki ,”acı haber” gelene kadar...

Tülin Çetin Bektaş